![]()
On yıllarca süren bir inkardan sonra, komünist rejimin Romanya’daki Jilava hapishanesinde siyasi mahkumlara yaptığı işkencelerin tüyler ürpertici detaylarının ortaya çıktığı ve 35 sorumlu gardiyana soruşturma açılacağına dair bir haberin fotoğrafı bu. Söz konusu cezaevinin dikenli tellerine konan bu küçük kuş, kendimize zulmettiğimiz halleri düşündürttü bana.Bu gardiyanlar ellerindeki mahkumlara dondurucu soğuk ve kavurucu sıcaklarda kemikleri kırılıncaya kadar ağır yükler taşıtmışlar. Bu gibi suçlar bizim tamamen uzağımızda mıdır, vah vah deyip geçebilir miyiz, yoksa şapkamızı önümüze koyup düşünmemiz mi lazım? İster bilim insanı, ister gazeteci, ister politikacı, isterse vasıfsız insanlar, başkalarına işkence yapmasalar bile gündelik hayatlarında bazı gerçekleri inkar ederek veya çarpıtarak kendi sırtlarına ne büyük bir yük koyduklarının farkındalar mıdır acaba? Bir gün tüm gerçeklerle onların ardındaki hakikatlerin sahibi tarafından kendilerine yaptıkları işkencelerin hesabı sorulmayacak mı sanırlar?Mahkumlara reva görülen korkunç muamelerden biri de onlara kurtlanmış et ve dışkı yedirmek olmuş. Ya bizim yediğimiz haramlar, başkalarının haklarını çalmalarımız? Ki bunlar zaman cinsinden de olabilir, para, özgürlükler veya masumiyetler cinsinden de. Böyle yaparak o “pis lokmaları” kendimiz yemiş olmuyor muyuz acaba?İşkenceci gardiyanlar mahkumları öldüresiye dövmüşler. Nefsimizi terbiye etmeyince biz de kendimize zulmetmiş oluyoruz aslında. Ha bir yaratıcımız yokmuş gibi yaşayalım, ha kendimizi kırbaçlayalım! Ne farkı var? Âlemin çekirdeği ve özeti olduğumuzu bilmemek, etimizle kemiğimizi birbirinden ayırmak değil mi? İnsan, perdenin ardındaki cümbüşü merak edeceğine, perde üstüne perde gerip gönlüne ışık girmesini engellerse, bunun azabı o gardiyanların mahkumlara reva gördüğü azaptan daha mı azdır? Beşeri kayıtlarla, sadece görünenle yetinmek, kendini küçültmek, aşağılamak, zayıflatmak değil midir?Tek tutkumuz Hak değilse bizim o kadrolu işkencecilerden ne farkımız kalır? O’nu anmadığımız her an aslında kendimizi itip kakıyoruz, tekmeleyip tokatlıyoruz, tırnaklarımızı çekip, gözlerimizi oyuyoruz, filistin askılarına asıp en mahrem yerlerimize elektrik veriyoruz demektir. Hayvani nefsi, en azından ilhama açık nefs haline getirme imkanı verilmişken buna ulaşmayı denememek varlığımıza zulüm değil de nedir?Ne acıdır, kendi zindanıyla mesut bahtiyar olmaya çalışmak! Hepimiz işkencecisine aşık olan mahkumlar gibiyiz, hani şu Stockholm sendromu dedikleri hastalığa yakalanmışız da, durmadan kendimize tapmaktayız.Can kuşumuz dikenli tellere takılmış; kendi ellerimizle gerdiğimiz tellere... Onu özgür bırakmaya çalışmayız da, sadece başka gardiyanların yaptığı zulümlere ağlarız.***Padişahtan mektup varMustafa Kirazlı’nın Sultanahmet Camii’nde çektiği bu fotoğraf, yarın sizinle paylaşacağım Padişaha Mektuplar adlı sergiyle ilgili yazıma sığmayan bir sorunun cevabını verdi bana.Osmanlı Devleti’nin diplomatik mektuplaşma üslubunda dikkate aldığı hususları araştırırken zihnim hep tasavvuf edebiyatında padişah kelimesinin Allah’ı işaret eden bir metafor olarak kullanılmasına takılıydı. Feriduddin-i Attar’ın Mantıku’t-Tayr’ında olsun, Celadeddin Rumî’nin Mesnevî’sinde olsun, başka nefeslerde ve menkıbelerde olsun dünyevî padişahlara atfen anlatılan hikayelerde şahların en büyüğünün mutlak kudreti hatırlatılırdı hep. Bu bağlamda, gerçek padişahın da bir mektubu olmalıydı ve ben onu nasıl ifade edeceğimi bilememiştim.Bu fotoğrafı görünce, padişahlar padişahının, yönetenler-yönetilenler, avam-havas ayrımı yapmadan hepimize birden yazdığı mektubun Kur’an olduğunu düşündüm. O nasıl bir kalemdi ki, hem belagatın en yüce örneğini sunuyordu, hem mesajları eskimiyordu. İster meali okunsun, ister Arapça aslından takip edilsin, isterse anlamadan sadece dinlenilsin, milleti, dili, cinsiyeti, yaşı, mesleği, titri, eğitimi ne olursa olsun her idrak düzeyine birden hitap ediyordu. Bütün insanlığı sanki tek bir derslikte toplayıp en cahilinden en bilginine kadar herkese aynı anda eğitim veriyordu. Üstelik ağır diplomatik kurallara tabi tutulmadan o mektuba kolayca ulaşılabiliyordu. Ve öyle bir mektuptu ki, herkes bizatihi kendisine yazılmış hissediyordu. Katmanlar halinde sırlarla bezenmişti, buna rağmen anlaşılan tek harfi bile böyle bir mektubu almaktan dolayı insanı yüceltmeye yetiyor, oku oku bitmiyordu...