Kur’ân-ı Kerim, bir konuda Cenab-ı Allah’ın hükümleri inerken, o konuda soru sorulmasını doğru bulmaz. Ayrıca, Allah ve/veya Rasûlü (s.a.s.) bir konuda hüküm vermişse, daha öte soru sorulmaması da tembihlenmiştir. Önemli olan, artık hükmü anlayıp, yerine getirmektir.Eğer meselenin hükme dâhil edilmemiş boyutları varsa ve bunlar hakkında herhangi bir âyet veya hadis sözkonusu değilse, onlar, mübah kategorisine giriyor demektir. Soru sormakla ilgili olarak yine Kur’ân’dan öğrendiğimiz iki önemli düstur daha vardır. Bunlardan biri, sorunun cevabı, her zaman soranın maksadı istikametinde gelmeyebilir. O maksat, gereksiz ve faydasızsa, bu durumda soruya cevap, muhatap veya muhataplar için haklarında bir manâ, bir hikmet, bir irşad ifade edecek şekilde gelir. Diğer düstur: Kur’ân’ın “Evlere kapılarından girin!”, daha açık olarak “Bilmiyorsanız, zikir ehline (konunun uzmanı olanlara) sorun!” emirlerinde ifade buyrulduğu üzere soru, ona cevap verebilecek olanlara sorulmalı, kendisine soru sorulan kişi de, mevzu hakkında tam bilgi sahibi değilse, yine Kur’ân’ın “Hakkında ilim (kesin ve yeterli bilgi) sahibi olmadığın bir şeye dayanıp karar ve hüküm verme!” tembihi ve daha başka tembihleri gereğince, cevap vermeye kalkmamalı, “Bilmiyorum!” diyebilmelidir.Bu düsturlara dikkat edilmek kaydıyla, sormak ve cevaplamak, çok önemlidir. Cenab-ı Allah (c.c.), elbette her hükmü tam bir ilme dayandığı ve pek çok hikmetler ihtiva ettiği, melekler de yine elbette bunu çok iyi bilip, Cenab-ı Allah’ın her emrine şartsız itaat ettikleri halde, Hz. Allah, “Ben, yeryüzünde bir halife kılacağım!” buyurduğu zaman melekler, “(Senin varlıkları yaratmaktan maksadın, onların Sen’i tanıyıp, Sana ibadet etmeleridir.) Biz, bu ibadeti tesbih, tahmid ve takdis gibi bütün nev’ileriyle yerine getiriyoruz. Böyleyken, yeryüzünde bozgunculuk çıkaracak ve kan dökecek birini mi var edeceksin?” diye sormaktan kendilerini alamamışlardır. Cenab-ı Allah da, onları terslememiş, böyle sorular sormaktan men etmemiş, tam tersine, yeryüzünde bir halife kılacak olmasının manâ ve hikmetlerini müşahhas şekilde göstererek (audio-visual) ortaya koymuş ve melekleri sorularına cevapta tam tatmin buyurmuştur. Bu önemli hadiseden, ayrıca, Hz. Allah’ın dahi, bazılarıyla alâkalı bir hüküm verir ve bunu icraya korken, empozede bulunmadığını, hüküm ve icraatı konusunda muhataplarını tam bilgilendirip, ikna ettiğini, bunun yanı sıra, istişarenin ehemmiyetini ve âdâbını da öğreniyoruz. Halk arasında “Kâlû belâ” olarak bilinen hadisede de bu aynı gerçek vardır ve Cenab-ı Allah, insana da iradesi dışında bir şey empoze etmiş değildir. Bazı hayatî meselelerde birtakım hayatî stratejiler gibi ve daha başka açık edilemeyecek hususların her zaman bulunabileceği, konumuz dışıdır.İslâm, Arabistan’tan çıkıp, pek çok eski din ve felsefenin âdeta bataklığı mahiyetindeki bölgelere süratle yayılınca Müslümanlar, bu dinler ve felsefelerden gelen pek çok meselelerle karşılaştılar. İlk dönem âlimleri, bu meselelerin bazıları konusunda konuşmaktan kaçındılar, hattâ insanları men ettiler. Fakat daha sonra, insanın araştırıcı ve mücadeleci karakteri ve her insanın sormadan, düşünmeden ‘teslim ol’ prensibine bağlı kalabilecek bir yapıda olmayıp, çoklarının aklen ve kalben doyum araması, eski dinlerle kaçınılmaz temasın getirdiği şartlarla birleşince, İslâm’ı ve ana prensiplerini savunmak, ortaya çıkan pek çok itikadî soruya Kur’an ve hadisler çerçevesinde cevap vermek ve insanları kalben ve aklen tatmin etmenin gerek ve mecburiyeti kaçınılmaz biçimde ortaya çıktı. Bu da, muhteşem İslâmî ilimlerin doğmasında tetikleyici unsur oldu. Evet, özellikle bugünün ve geleceğin nesillerini de önce ilimle aklen mutlaka ikna etmek mecburiyetindeyiz.
↧