AK Parti hükümetinin diplomatik alanda yalnızlaştığı yorumu, giderek standart bir eleştiriye dönüşüyor. Peki doğru mu? Reel olarak doğru.Büyük iddialarla başlanan çok taraflı, çok ortaklı yapıcı politikalar neredeyse bütünüyle çöktü. Dünyanın durduğu yerden tamamen farklı bir yerde duruyoruz; gittiği yönün aksinde ısrar ediyoruz. Türkiye savunduğu değerlerle ve politikalarla yapayalnız. Ama yalnızlığı haksız olduğu anlamına gelmiyor. Haklı olmak ne işe yarıyor? Dün gazeteleri boydan boya kaplayan Şam’daki ölü çocuk resimleri, Mısır’daki katliamlar Türkiye’nin ısrar ettiği politikanın meşrû, ahlakî, insanî olduğunu gösteriyor. Yakın coğrafyamızdaki bu insanlık dışı dramları sona erdirmenin tek kesin çözümü var: Halkın rızasını almış yönetimlerin iktidarda olması. Ne kadar gecikirse, o kadar çok kan dökülecek. Ve önünde sonunda dünya bu noktaya gelecek. Sorun şurada: Bugünkü iktidar o günleri görecek mi? AK Parti hükümeti meşruiyetini, dolayısıyla itibarını üçlü bir sacayağı ile ayakta tutuyor. Seçmen nezdinde en etkileyici olanı ekonomik performansı. İkincisi, Barış Süreci ile kuvveden fiile çıkan Kürt sorununu çözme potansiyeli. Süreç kör topal ilerliyor. Beklendiği gibi güllük-gülistanlık değil; ama her şeye rağmen tarafların vazgeçeceğine dair bir işaret yok. Çöken, daha doğrusu işlevini kaybeden ayak ise muhafazakâr standartlarda demokrasi ihraç ederek bölge halkları üzerinde kazandığı itibarını borçlu olduğu dış politikası. Yalnızlaşma dediğimiz, halklar nezdinde kazanılan bu itibarın halkın rızasına dayanmayan azınlık yönetimleri nezdinde sadece düşmanlığa dönüşmesi.Bu üç ayak, birbirini besliyor ve etkiliyor. Başbakan’ın İsrail’e ve ABD’ye ettiği lafları, Mısır darbesinin asıl destekçisi Suudi Arabistan söz konusu olunca üstü kapalı geçmesi galiba, ekonominin reel-politiğine dayanıyor. Suriye’deki iç savaş ve Türkiye’nin Suriye politikası, içerideki barış sürecinin üzerinde ilerlediği en gerçek zemini oluşturuyor. PKK, Suriye’deki iç savaş devam ettiği ve Kuzey Suriye’de sağladığı fiilî hakimiyet kalıcı güvencelere kavuşmadığı sürece masadan kalkamaz. Dış politikaya gelince... Türkiye yapayalnız, dolayısıyla tehlikeli operasyonlara çok açık; ama bölgenin topyekün kaosa yuvarlanmasını biraz da Türkiye’nin Don Kişotvari duruşu engelliyor.Türkiye’nin duruşunu, Irak-Suriye-Mısır hattındaki kanlı tabloya göre değerlendirmek, evreni Newton Fiziği ile açıklamaya benziyor. Bu açıklamalar mantık olarak Newton bilimi gibi elbette doğru; ama yeterli değil; çünkü henüz oluşum halindeki müstakbel durumları açıklayıcı bir özelliği yok. Ne Irak, ne Suriye, ne de Mısır uzun süre bu durumda kalmayacak, bu sancılı dönem yerini az veya çok istikrarlı bir düzene bırakacak. Birincisi, o düzen nasıl bir düzen olacak? İkincisi bu sorunun cevabına bağlı: Türkiye kurulacak bölgesel düzenin neresinde olacak? Türkiye, Suriye’deki iç savaşa bölgesel aktör olarak müdahil oldu. Sorun küresel ölçeğe taşınınca, Suriye küresel oyuncuların kendi aralarında tepiştiği bir alana dönünce Türkiye, bu sikletin dışında kaldı ve minderden uzaklaştırıldı. Şimdi Suriye’de işte bu alana doluşan küresel aktörler pes etme noktasına yaklaşıyor. Bugünün dünyası bu kadar kan banyosu yaptıktan sonra medeni olma iddiasında bulunamaz. Diplomasi artık sadece devletler arasında değil halklar arasında da yapılıyor. Küresel aktörlerin çıkar çatışmasının eseri olan bu kan deryasının bir sınırı olmalı. Türkiye meşrû ve ahlakî bir politika takip ediyor. Bazılarına duygusal gelecek bu politikanın, hesapsız-kitapsız olduğunu düşünmek ve reel politiğe aykırı görmek mümkün. Ancak bu istikamet, hükümetin reel politiğine aykırı olabilir; ama devletin uzun vadeli çıkarlarına aykırı değil. O yüzden asıl soru şu: NATO’nun, CENTO’nun, Bağdat ve Sadabad paktlarının belirlediğinden çok farklı bir dünya şekillenirken, hükümetin nefesi ne kadarına yetecek?
↧