![]()
Fazıl bey, Zeynel bey, Yavuz bey, Niyazi bey, Şahin bey, Sait bey, Tanju bey, neredeyse yanına bey getirmeye müsait bütün isimlerle süsleniyor şimdilerde İstanbul köşeleri.Dilimizdeki onca çapkın çağrışım köşe ile birlikte harekete geçiyor, ‘kahve köşesi’nin eski anlamını parçalıyor, yeni neslin bir tür şehirleşme temayülü olarak şekillenip meyveye duruyor. Şehir o semtten bu semte o sokaktan bu caddeye mini kahve dükkânlarıyla doluyor. Farkında mısınız, uzun zamandan beri kahve içmek, bayram ziyaretlerinin, kallavi yemeklerin sonundaki sindirim isteğinin, gelinlik kız isteme ziyaretlerinin dışında, evden çıkıyor, sokağa iniyor, özgür ve saf bir gündelik etkinlik olarak hayatın bir parçasına dönüşüyor.Bir yandan enfes kokulu sade kahvemi yudumluyor bir yandan da üzerinde Cafes Do Brasil yazan kahverengi renkli kahve çuvallarına bakıyorum. Uzun uzun bakıyorum onlara. Bazılarında ‘save the amazon’ ibareleri bulunuyor. Ben kahve denildiğinde çuvaldan ziyade keseden yanayımdır ya, şimdi bazı balkonlarda bu kahve çuvallarına dikilmiş sardunyalar görüyorum, olsun yine de içim açılıyor. İnsanoğlunun hayali kadar eşya kullanma zevki karşısında durmaksızın hayretim artıyor. Hem şu dünya en çok hayret artırmaya değmez mi? Kimin ki hayreti büyür, genişler ve bir dal serçesi gibi o daldan bu hayat ayrıntısına seker, orada bir yaşama neşvesi, orada bir bahar cıvıltısı barınır.Hayalim bir çocukluk çemberi gibi şenİşte bu yeni kahve dükkanları, şu küçücük masalarla donatılmış, işlek sandalyeler, mermer tablalar, el büyüklüğünde tepsiler, mini minnacık su bardakları, bir kürdana saplanmış ve sizi bekleyen lokumlar ve elbette bir fincan kahve, bütün bunların üstüne bir köşe serinliği, kentin değil şehrin, çılgın alışverişin değil soluklanma duygusunun karşılığı olarak ilkin kulaklarıma, burnuma ve gözlerimin ışığına kadar her yeri dolduruyor. Oraya ait olmanın dünyada konaklamanın şakımasına bürünüveriyor. Hayalim bir çocukluk çemberi gibi şen, dönüyor.Dünün dünyasında kahveci dediğimiz kişi çevrenmiş kolları, biraz öne eğilmiş beli, ihtiyar çehresi, yavaş ve zaman dışı hareketleri ile dünden sızmış bir kırık çerçeve havası da taşırdı. Çokça çayhanelerden bahsediyor eski tanıklıklar. Nitekim, son on yılda özellikle nargile keyfinin ‘trend’ olmasıyla birlikte, çay ve daha geniş mekan ve kitle ruhu, şehri kaplamıştı. Ne var ki, özellikle içeride sigara içilmesinin yasak edilmesi, nargile salonlarının arabesk ve dumanlı havası, curcuna ve keşmekeşe kapı aralayan atmosferi başka bir şeyi, kahve dükkânını doğurdu. Çay bana sorarsanız hâlâ arabesk ve sahipsiz. Şeçkin bir şehirli olsa bile taşranın güdümünde…Oturup bir zaman çentiği gibi varlığımı hissettiğim şu köşede, nargile düşkünleri için etrafta ne ellerinde korla dolaşan biraz dağınık giyimli garsonlar, ne maç seslerine boğulmuş şamata, ne şu ne bu var. Sadece ve sadece bir köşeciğe, bir süreliğine de olsa ilişme, orada birkaç cümle paylaşma duygusu ve dost nazarı yanında belki aşk dinginliğini arama çabası. Kahve budur. Genç ve dinamik garsonlar, pırıl pırıl masalar ve bardaklar, yaşama çevresinin ördüğü cıvıltı ile daha şehirli ve daha gerçekçiler. Belki masa ve sandalyelerinde biraz Paris biraz Avrupa ilhamı var ama olsun. Artık çok geniş mekânlar doğuda da kayboluyor. Şehrin her bir noktası çok değerli ve yaşama alanını nokta nokta değerlendirmek gerekiyor. Şehir sosyolojisi açısından da ilginç verilerle dolu bu kahve dükkanları. Daha çok bir yorgunluk içeceği gibi algılanan ev ve kahvehane arasında salınan imajının aksine, zevk ve dinginlik vesilesi olarak kendi avizesini her köşeye asıyor şimdilerde.Benim gibi günde en az bir fincan sade Türk kahvesi içmeden hayatında mühim bir eksiklik duyan birisi için, Kadıköy, Beyoğlu, Mecidiyeköy, Çengelköy, Eminönü, Bakırköy, Beşiktaş gibi pek çok semtte dalga dalga gelişen bu köşeleri tecrübe etmenin, orada esen hayatın sallanışlarına şahit olmanın ayrı bir değeri var. Mekân ve eşya tasarımı yanında şehirli bir mekân işletmenin umut verici örnekleri diye de düşünmeli buraları. Yine bir yandan Glory Jeans Cafe, Starbucks gibi küresel markaların geniş ve endüstriyel sunumları karşısında bir tür alternatif kültür refleksi özelliği de taşıyor bu kahveler. Üstelik şu ‘cafe’ parodisini tam da ‘kahve’ yaparak okkalı bir karşı söz söylüyor. Halkın, özellikle gençlerin, oturup buluşmak, sesle sadece sesle hayata katılmak istekleri umut veriyor.Çünkü böylesi bir yerde, iki kişiye ayrılmış ve beklemeye ve tüketmeye değil, konuşmaya ve paylaşmaya ayarlanmış bir yerde, insan daha daha da yakından bakıyor muhatabına. Orada arada bir sözler ve sesler birbirine karışsa da bir kuş sürüsü geçişindeki ortak akış kendiliğinden kuruluyor. Pinekleme, yan masayı dinleme, etrafı kesme gibi pasif eylemlere asla izin vermiyor. Lokumun dünden miras kokusu kahvenin dönen köpüğüyle hayat buluyor.Bir fincan kahvenin her an yaşayan hatırıBir de bir de, daha önemlisi hatta en önemlisi, mevsime göre, çok yakın içeceklerimize, çay, sahlep ve limonataya her an göz kırpıyor ve onu bir hayat efekti olarak el altında bulunduruyorlar. Bakır cezveler, mini değirmenler, su sesleri, her an yoğun ve keskin gerçek kahve kokusu, self servis olarak hayatımıza dışarıdan sokulan aykırılıkların dışında, bir gün de başka dükkâna, başka yoruma gidelim isteği içinde dönüyor. Bir iş çıkışını, bir hafta sonunu, bir ara boşluğu, bir vesileyle, bir yolunu bulup, kahvenin bütün çağrışım ve güzellikleriyle aramıza döndüğü, bizi hiçleştirmeden, söz ve yüzlerin renkli özerklikleri altında buluşmanın fırsatını kollamalı. Bir fincan kahvenin günümüzde kırk yıllık değil her an yaşayan hatırı olduğunu unutmamalı. Belki şehir bu yeni köşelerini çoğalta çoğalta eski inceliklerine, söz kadar tutum ve yaşama kumaşına da geri dönecek. Mutlaka dönecek.