Günce tutsaydım, şöyle yazardım:22 Ağustos 2013 / Mısır, Suriye, kimyasal silâh. Televizyonda ölüler, hep genç ölüler. Ne olup bittiğini hiç anlamayarak annesine sarılan bir erkek çocuğu, bilmediği ölümle yüz yüze gelmiş!Oysa semt herhangi bir akşamına hazırlanıyor. Evlerin pencereleri açık. Akşam yemeği için sofra kuruluyor. Sıra sıra apartmanlarda televizyonlar açık.Sonra reklamlar başlayacak, sonra diziler, sonra öteki izlenceler.Bunları yazdıktan sonra durakalırdım. Kendi halime bakardım. Yazı masasının başındayım, 1949 yılında geçen bir uzun öykü yazmaya çalışıyorum. Bu yaz tatile filan çıkmadım, içimden gelmedi. Aylardan beri her şey benim için kapkaranlık. Ama az sonra ben de tek kişilik soframın başına geçeceğim. Sanki her şey olağan.Bir yandan da Necatigil’in “Temmuz Tikleri”:“Bıkkın kapandığın hücrede / Gönlünce ölümleri düşle: / Bir uçurum, otobüs -- / Yalnız sen kurtulmasan!”“Temmuz Tikleri” Behçet Necatigil’in 1980’lere giden süreçte yazdığı şiirlerinden biriydi. Yine yazdı, üstelik ağustos galiba, şiir Oluşum dergisinde yayımlandı. Hocamızı tam o günlerde Beşiktaş pazarından dönerken görmüştüm; üzgün, umutsuz. Meğer bu onu son görüşümmüş!“Serseri bir kurşun / O kadar geniş bulvarda / Gelse seni bulsa ve yanında / Kimse olmasa.Çıkmaz sokak, bir küçük kız / Daldığı tatlı oyunda / Yerde seni görse ve bunu da / Oyun sansa, hiç korkmasa.”Şiiri ezberden söylüyordum ya, az önceki küçük çocuğun oyun sanmadığın ölümü, hiç bilmediği belki de, ölümle yüz yüze gelişini bir türlü aklımdan çıkaramıyordum. Çıkarmasam ne değişiyordu: Gülsüm Hanım’ın pişirdiği patlıcan musakka ocakta ısınıyor, yanında kıvırcık salata. Necatigil’in içten duyuşu artık bizden uzaklaşmış; en büyük acıları çoktan kanıksamışız...Yalnızca savaşyazıları okunsa...Yalnızca savaş yazıları okunsa, bir umut olabilir mi? Renkli haberler, renkli yaşantılar çağında daha dün yazılmış gibi, edebiyatımızın savaş yazıları birdenbire gündem kazansa. Kim bilir?Yahya Kemal’in Eğil Dağlar’da derlenmiş yazılarını anımsadım; Kurtuluş Savaşı’na adım adım ve ‘gündelik’ hayattan yaklaşan yazılar. Payitaht İstanbul’da her günün tekdüze çehresi sözüm ona sürmekte. Ateş, barut Anadolu’dadır. Yahya Kemal kayıtsız İstanbul’a Anadolu’daki coşkuyu aşılamak ister. Eğil Dağlar’ı bulmalıyım...Halide Edib, Türk’ün Ateşle İmtihanı’nda Dördüncü Fırka’dan Binbaşı Nâzım’ı anlatır. Epey eskilerde hazırladığım Halide Edib seçkisinde de var o sayfalar. Binbaşı Nâzım’a ayrılmış sayfalar, Dostoyevski’nin büyük merhamet romanlarından çıkagelmiş gibidir. Bugün anısını ve ruhunu Türk’ün Ateşle İmtihanı’ndan hissedebildiğimiz Binbaşı Nâzım gerçek bir mustariptir. Halide Edib, “Askerler içinde, askerliğin en çok aleyhinde olan oydu” diyor.Ve ekliyor:“Gelir gelmez, en dikkati çeker sima o oldu. Bilhassa, maceralarını anlattığı zaman, büyük bir ilgiyle dinleniyordu. Yeni bir Türkiye’nin, hatta dünyanın şekli için bir formül edinmişti. O da şuydu: Evvelâ bütün zabitleri öldürmek, sonra da zabitleri öldürenleri öldürmek, nihayet Türkiye’yi mesut ve yeni bir hayata kavuşturmak.”Nâzım şehit olur: “Nâzım’ın göğsünü kurşuna açtığını söylüyorlar.”Romancı son kez ziyaret eder:“Mini mini bir bölmede, üzerinde büyük bir bayrak örtülü olan Nâzım yatıyordu. (...) Ben içeriye girince, bir an, bayrağı kaldırıp kaldırmamakta tereddüt ettim. Nihayet kaldırdım. İşte, Nâzım. Başı yüksek yastıklara konmuş, topçu üniformasıyla yatıyordu. Elleri, göğsünde kavuşmuştu. Başında mavi tepeli, kahverengi kalpağı vardı. Ne garip! Toprağa dönecek olan bu ölümlü cesedin içinde Nâzım’ın ruhu bir zamanlar yaşamıştı. Elâ gözleri açıktı. Her zamanki ifadesini taşıyordu. (...)Önce ellerine baktım. Herhangi çilli bir çocuk eli, uyuyan bir çocuk gibi göğsünün üstünde... Bu ellerin kurşunla oynamış olduğunu düşündüm. Elimi elinin üstüne koyarak, bir kardeşe veda eder gibi vedalaştım ve bayrağı üzerine çektim, sonra, yalnız kalmak ve hava almak istediğimden, dışarı çıktım.”Binbaşı Nâzım, savaşa yol açanların zabitler olduğunu düşünüyordu. Fakat öyle mi?Binbaşı Nâzım, yirminci yüzyılın, yirmi birinci yüzyılın korkunç siyasetlerini, her gün yeni ‘buluş’larla daha da ölüm, öldürüm kusan silâh ‘sanayi’ini, sonra, git git çoğalan tiranlarını görmemiş, kurtulmuştu.Şu acı tespit de Halide Edib’in Binbaşı Nâzım sayfalarından:“Nihayet hastaneye geldim. Hep gözümün önünde savaş ziyafetinin bulaşıklarıyla dolu, hastane denilen mutfak beliriyordu. Zavallı Türkler!.. Zavallı Yunanlılar!.. Zavallı dünya!.. Ertesi sabah, yine çok acı, çok hareketli oldu. Ölüm halinde olan bu zavallı yaralılar şuurlarının altında ailelerini ve yurtlarını kurtarmak için döktükleri kanın beyhude olduğunu hissediyorlardı. Allah’ım, bu ne zaman bitecekti?” Ocağı kapatıyorum. Sinsi bir mide bulantısı. Fakat geçer; en geç yarın “savaş ziyafetinin bulaşıkları”nı unutup, buzdolabından beyaz peynir, vişne reçeli, bir dilim kızarmış ekmek, hemen yarın sabah...Şimdiyse, Yakup Kadri’nin Kiralık Konak’ını, o bildik, kim bilir kaç kez okunmuş sayfaları karıştırıyordum. Bir akşam vaktiydi, Hakkı Celis, romanın kahramanı, İstanbul sokaklarından geçiyor, harbin bu şehre yerlerinden yurtlarından sürüklediği göçmenleri, arabalardan taşan kılıç artıklarını, bozguna uğramış cepheden dönen ağır yaralıları görüyor, eli kolu bağlı, sadece bakakalıyordu.Gerçi Hakkı Celis’in de cephede ölüm haberi Kiralık Konak’ın sonunda gelecekti. Bir savaş vurguncusunun evinde, göz kamaştırıcı bir şölen sofrasında!Bütün bunlar boşuna mı yazıldı?Ve Peyami Safa Bir Akşamdı romanında yazıyor:“Harp meydanı... Orada, yüz elli kişinin bir anda berhava olması. Orada, ufka bakan bir çift güzel gözün bir anda kararması, delinmesi, kan püskürmesi. Orada, dimdik dururken yere çöküşler. Orada, haykırışların en samimîleri. Orada, bin anayı hıçkırtacak bir gülle. Orada, dibi kurumuş bir matra ağzına yapışan çatlak dudakların, karı ve sevgili dudaklarını özleyişi. Orada, ölüm, her saniye kulak dibine vızıldar. (...) Harp... Harp bu... Harp.Harp.Dehşet!”Bütün bunlar boşuna mı yazıldı diye düşünüyorum. Altmışımı geçtim; yirmi altı yaşında ölen Wolfgang Borchert ve onun Bu Salı’sı, on sekizimdeyken okumuştum, Kâmuran Şipal’in çevirisi, De Yayınevi, Cağaloğlu’nda, Vilâyet Han’da, en üst kat... Nedense Bu Salı da yakama yapışıyor. Bu Salı, ötekiler, savaşa karşı yüzlerce öykü, roman, şiir, oyun, film. Bir zamanlar okumuştum.Altmışımı geçtim, yaşların, yılların, daha birçok şeyin edilginliği mi, edilginlik mi, yalnızca barış diye kekeliyorum, balkonda, yaz gecesi, kendi kendime. Uzakta bir arka bahçede bir kadının çınlaya kahkahası, bir erkek anlaşılmaz sözcüklerle anlatıyor, derken kadınlı erkekli gülüşler. Yoldan geçenlerin sevinci çok andırır sesleri. Nasıl oluyor da...“Sigara içmek size ve çevrenizdekilere ciddi zararlar verir”i okuyup, bir sigara daha yakıyorum.
↧