Demokrasiyi adeta enjekte edilebilen bir ilaç gibi görüyoruz. Damardan bir tüp demokrasi enjekte et, tamamdır!Dünyanın hiçbir yerine demokrasi böyle gelmedi. Yaşanması gereken bir süreç (proses) var, siyasi sosyal kültürel ekonomik şartların belli bir kıvama gelmesi gerekir. Hep söylüyoruz; Fransız İhtilali demokrasi falan getirmedi, daha sonra nice dalgalanmaların yaşanması sonucunda geldi. Bütün Batı’da böyle oldu. Biz en son 1950’den beri hâlâ uğraşıyoruz; kaldı ki bizde ondan öncesi de var.1950’li yıllarda Taksim Meydanı’ndaki kalabalık İstiklal Caddesi’ne doğru taşarsa yüz bin kişiden fazla insanın varlığına hükmedilebilirdi. Türkiye’nin nüfusu bugün o zamanlara göre dört misli arttı. Bir partinin bir meydana yüz binlerce kişiyi toplaması kolayca mümkün olur. Toplanan kalabalıkların talebine göre rejim belirlemek hele bugünün mantığıyla hiç bağdaşmaz. Bu yolla yön değiştirmek baskıları geçerli olursa, demokrasinin şeklen gelmesi de, aslen gitmesi de çok kolay olur. Mısır’da yaşanan budur, Gezi Parkı hikâyesinde denenmek istenen de budur. Bu metot, demokrasinin değil, krizlerin metodudur. Silahlı partilerle mezhep partileriyle demokrasi olmaz. Terörü benimsemiş gruplarla hiç olmaz. Arap Baharı’nı çok abarttılar. Zamana ve birçok ön değişim merhalelerine ihtiyaç vardı. Ayrıca biz, gerektiği yerlerde ve zamanlarda arabuluculuk rolünü kaybetmemeliydik. İyileşme, çeşitli merhaleleri olan bir süreç halinde gerçekleşebilirdi ve bizim bir yardımcı rolümüz her merhalede var olmalıydı. Burada dikkatlerden kaçtığına inandığım bir husus, “her partinin toplayabileceği kalabalıklardan birini oluşturup tahrik ederek siyasi sonuç alma” metodunun PKK’nın ileriye dönük tasavvurlarını da etkilemiş olabileceğidir.Ortadoğu’nun çelişen ve çatışan hesaplara dayanan ve her an değişmesi muhtemel bulunan oynak bir dengesi var. Bir yerine dokunduğunuz zaman, hiç ummadığınız bir yansıma sonucuyla karşılaşabilirsiniz. Bir Amerikan müdahalesinin ne getireceğini tahmin etmek, bundan dolayı çok zor. Fakat sessiz kalmanın sonuçlarını kestirebilmek daha da zor.En büyük ihtiyacımız inatlaşmadan, ithamlaşmadan rahat konuşabilmek ve görüş bildirebilmektir. Rusya, Macaristan’ı ve Çekoslovakya’yı tanklarla çiğnedi; herkes lanet okumakla yetindi ve kimse kıpırdayamadı. “Güç dengesi” diye bir şey var. Realiteleri görmezlikten gelerek hiçbir ideale hizmet edilemez. “El ile, dil ile, kalb ile” tavır almak ölçüsü de bunun günlük hayattaki karşılığı olarak görülebilir. Zulme rıza zulümdür ama, her zulmü fiilen engelleyemeyiz. Bazen de zorun gücün yapamadığını diplomasi (siyaset) yapabilir. Buradaki mesele, “imkanlar, şartlar” meselesidir. Buradaki şartları, imkanları değerlendirirken farklı görüşlerin iyi niyetle açıklanması büyük faydalar sağlar.Sanıyorum 1967 yılındaydı, Demirel Kıbrıs’a müdahale kararı vermişti. Fakat Genelkurmay Başkanı’na sordukları zaman çıkarma gemilerimizin olmadığını öğrenince mecburen vazgeçtiler. Daha sonra bu eksikliğimizi tamamladık ve Ecevit o harekâtı yeni alınan çıkarma gemileriyle yapabildi.Saddam, zalim bir diktatördü ve birçok ülkeyi işgal etmek hayalindeydi; bize de yan bakıyordu. O zaman müdahaleden başka çare kalmamıştı, çünkü zulmünü artırıp yayma çalışmaları içindeydi. Dünya bazen böyle musibetlerle karşılaşır. Fakat bu müdahalenin bedelini de Irak halkı ödedi, hâlâ da ödemeye devam ediyor. Bu gibi meselelerin bir de “sonra”sı var. Sonra ne olacak?... Her bilgiye sahip değiliz. Biz ancak açıklanmış bilgilere ve temel ilkelere göre, sınırlı yorumlar yapabiliriz. Lakin bu yorumların serbestçe yapılabilmesine de ihtiyacımız vardır.
↧