YÖK’ün ilahiyat fakültelerinin müfredatıyla ilgili yaptığı düzenlemeyle ilgili bir tartışma başladı. Merkezinde “felsefe eğitimi”nin yer aldığı tartışmanın bizi verimli vadilere götüreceği umudunu taşıyorum.Bu sayede hem genel olarak Türkiye’de entelektüel hayatın geldiği noktayı, hem giderek İslamî tefekkür, bilgilenme ve algının fenomeni haline gelmiş bulunan ilahiyatların geldiği noktayı anlama fırsatımız olacak. 1980’lerde tam 10 yılımı bu konuyu araştırmak ve üzerinde düşünmekle geçirdim. Ortaya çıkan hâsıla şimdi 5. baskısı piyasada olan “İslam Düşüncesinde Din/Felsefe, Vahy/Akıl İlişkisi” adlı kitabımda toplanmış bulunuyor. Kitabın başlığından da anlaşılacağı üzere bana göre referans çerçevesi, takip ettiği yöntem (usul), kullandığı kavramsal çerçeve(ler) ile yöneldiği maksat bakımından Müslüman insanın ortaya koyduğu hâsılaya “felsefe” denmez, “düşünce” denir. Bu açıdan doğru kavramsallaştırma olarak “İslam felsefesi” yanlıştır, doğru olanı “İslam düşüncesi”dir. Şu var ki “İslam düşüncesi”ni de şiirsel veya edebi bir ifade olarak kullanıyoruz, çünkü hakikati itibarıyla İslam, referans çerçevesini vahy’de bulduğundan vahy Allah’tan Cebrail aleyhisselam aracılığıyla peygamberin kalbine ilka olunan bilgi ve haberler mecmuasıdır; İslam’ın kaynağı “beşeri zihnin çabasının ürünü olan düşünce” değildir. Şu halde “İslam düşüncesi”nden anlaşılması gereken “Müslüman’ın düşüncesi”dir. Bu böyledir, böyle olmak durumundadır.Ancak tabii ki düşünürken Müslüman kök bilgilerden hareket eder. Bilginin üç türünden biri olan “indirilmiş bilgi” yani vahy her Müslüman zihnin kök bilgisini teşkil eder. Kurucu fikre varmaya çalışırken “öğretilmiş bilgi”den yani isimlerin ruhundaki tohumlarından -ki bunlar ta’limu’l esma olarak genlerimizde kodlanmış bulunmaktadır- ve kainatla, maddi tabiatla ve diğer insanlarla giriştiği interaktif ilişkiden hareketle elde ettiği “öğrenilmiş bilgi”nin imkanlarını kullanır ki, bu bilgi türüne yerine göre “hikmet”, yerine göre “irfan” deriz. Tarihte Müslümanlar günün önlerine koyduğu maddi ve sosyal ihtiyaçlara cevap vermek, temasa geçtikleri harici felsefeleri ve inançları kendi alem tasavvurları içinde uygun yere yerleştirmek üzere çeşitli ilimler ve düşünce disiplinleri geliştirdiler. Çin’den Hind’e, İran’dan Babil’e, Mısır’dan Yunan’a her havza ile imkânlar ve ihtiyaçlar seviyesinde ilgilendiler. Başka bilgi ve düşünce havzalarında olmayan ilimler geliştirdiler ki, bunların başında hadis ve usul-ü fıkıh gelir. Hadis Müslümanların orijinal ilim dalıdır; Roma hukukunun “usul”ü yoktur, tarihin ilk ve en gelişmiş usulünü Müslümanlar ortaya koydular, hâlâ bu usulün geleneksel imkânları sorun çözebilecek kabiliyettedir. Tefsir ve fıkıhta kullanılan usullerin geçersizliğini ilan etmenin Müslüman dünyanın kendi iç dinamiklerinin ve sahici ihtiyaçlarının bize dayattığı zaruret değil –ki elbette çözüm bekleyen çok sayıda temel sorun vardır-, tam aksine Müslüman dünyanın Batı’yı geriden takip etmesini öngören modernizasyon politikalarının ürünüdür. Tefsir ve ana karakteristiği itibarıyla kelam da İslam’a aittir. Kelamın yakın ve uzak komşu havzalardan etkiler almış olması menşeinin yabancı olduğu anlamına gelmez. Tasavvuf ve mezhepler tarihi disiplinleri de bu kategoriye dâhil edilebilir. Tabiat ilimleri, mantık, dil, sanat, edebiyat vd. alanlardaki disiplinlerle bir arada düşündüğümüzde esas maksadı merkezinde Tevhid inancının yattığı Ma’rifetullah olan zengin bir bilgilenme ve düşünme birikimi ortaya çıkmaktadır. Ma’rifetullah’a giden yolları açan Ma’rifetulhalk ve Marifetünnefs İslam düşünce, bilgi, sanat ve edebiyat mirasını ifade etmeye yeter. Modern çağda söz konusu “üç ma’rifet”i felsefe, sosyal teoriler ve akademik-bilimsel yöntemin ayartmalarından kaçınarak yeniden formüle etmek; İslam dünyasının fikri, politik, sosyal ve ekonomik sorunlarını bu üç ma’rifet zemininde ele almak; bu arada modern ve postmodern dünyanın krizini yakından tanıyarak süzgeçten geçirme zarureti var. Pekiyi, bunun için “felsefe”ye ihtiyacımız var mı? Bu konuyu cumartesi günü ele alalım.
↧