“Beynim öylesine dolu ki her bir neronun üzerinde 50 tane problem var.” dedi üç-dört kişinin bulunduğu salonda öğleden sonra. Kaç günden beri iç dünyasına kapanmış; halk ile beraber olmada zaruret sınırlarının dışına çıkmıyor. Namazda, dua saatinde kendisini görme şansınız var. Rabb'isi ile baş başa, kimseye açmadığı, açamadığı ve ihtimal açsa da kimsenin anlamayacağı dertleri ile hemhal. Yaşanmaz bir hayat. Stres değil katiyen. İmanı olan, eşya ve hadiselerin perde ötesine nüfuzu olup kaderî planda her şeyi görebilen veya yorumlayabilen kişilerin stresi olmaz. Kendisi demişti yıllar önce böylesine bir sözü. “Müminde stres olmaz.” diye. Bu tespitin izahı bir önceki cümlede gizli. Onun için birkaç gündür devam eden bu hale kutsal hafakan da diyebiliriz, kutsal hüzün de. Hüznün, gamın, kederin sadece Allah için duyulduğu bir zirve burası. Hayatı kendisi için yaşayanların değil; daha ötesi ferdî planda dünyada ukbayı kazanmak için mücadele edenlerin de değil; “Milletimin imanını selamette görürsem cehennem alevleri içinde yanmaya razıyım.” diyen yaşatma ideali ile dopdolu insanların ancak ulaşabilecekleri bir zirve.İkindi sonrası teşehhüt miktarı oturdu misafirleri ile salonda. Sözün akışı içinde bazı noktalara temas etti. Bitirirken diyordu ki: “Dimağım hadiselerle çok kirli. Size gerekli olan sözleri söyleyemedim. İnşallah bunu derken de doğru diyorumdur.”Yukarıdaki iki paragrafta ortam tasvirine çalıştım. Birkaç kare resim ortaya koydum. Siz buradan hareketle resmin diğer karelerini zihninizde canlandırın. Canlandırın çünkü kendi beyanları arasında yaptırmaya çalışacağım seyahatten istifade ancak bununla mümkün.“Çok yanılmışım.” diye söze başladı. “Çok yanılmışım.” dediği alan müminlere hüsn-ü zan ile bakılmasını emreden ayet ve hadislerin muktezası. Pekala, suizan mı etmeliydi o zaman? Hayır. Hocaefendi bu türlü meselelerde iki ayrı bakış açısına sahip; şahsî ve içtimaî. Şahsî noktada hep aldanmayı tercih eder o. “Mümin aldansa da aldatmaz.” temel prensibidir. Göz göre göre aldandığı da olur. Onurundan taviz verir. Maddiî kayıplara uğrar. Önemli değil onun için. Önemli olan mümine muhabbettir; onu sevmektir; onun sevgisini enerjisini kaybetmemektir. Bugün olmadı yarın hak ve hakikati bulur; yola gelir diye düşünür. Gelmedi, nasıl olsa şahsî hak değil mi; helal olsun der ve geçer. Hiç kimseye kalbinde gıll-u gışş olsun istemez. Onun için “Ashabımdan bana şikâyette bulunmayın. Ben Rabb'imin huzuruna tertemiz bir kalple çıkmak istiyorum.” şeklinde mana verebileceğim Peygamber beyanı onun yegâne rehberidir. Fakat içtimaî bir hak söz konusu ise orada Hocaefendi bir adım geriye çekilir. “Ben affetsem de Allah affetmez.” der. “Hz. Âdem'den bu yana binlerin, yüz binlerin, milyonların hak ve hukuku var; onları zayi edemem.” der. Aldanmalara, aldatmalara karşı uyûn-u sâhire olunmasını ister ve bekler. İşte Hocaefendi'nin “Çok yanılmışım.” dediği yer burası. Onun için iç geçiriyor. Keşke demiyor; demiyor ama maziye doğru yaptığı zihnî her yolculukta şunu da yapabilirdik demekten de kendini alamıyor. “Hiç kötü düşünmedim onun hakkında.” dedi. Kimdi o? Söylemedi. “İz sürer” bulursunuz kaydını da düşerek alametlerini bile vermedi. Sadece derdini paylaştı. Paylaşma ile bitti mi? Hayır, reçetesini de ardından ilave etti: “Dua edin.” dedi. “O'nun her şeye gücü yeter. Zaten dua etmek, O'nun her şeye gücünün yettiğine inanmak demektir.” Sonra durdu, derin bir nefes aldı, salonda bulunanları gözüyle bir süzdü ve insanın içini acıtan bir ses tonuyla, “Bir de eşref saatine denk gelirse dualarınız, kabul buyurur Allah ve kurtulurlar bundan.” dedi.Onca uyarılara rağmen, verilen ikinci, üçüncü fırsatlara rağmen aykırı istikamette yol alan başkaları için bu denli üzülmeye, bu denli kendisini dilgîr etmeye değer mi? Değer; zira bu peygamber ahlakıdır. “Başkalarının inanmaması karşısında neredeyse kendini helak edeceksin.” beyanının tezahürüdür. Hâlbuki “Sana tebliğden başka düşen bir şey yoktur.” diyordu Kur'an, Peygamber'e. Diyordu ama o, muhatapları imanın güzellikleriyle tanışsın düşüncesiyle kendisini neredeyse helak edecekti.Devam edecekti ama ağzından dökülen her bir cümle onu yoruyordu. Bedenen çalışan, kazma-kürek sallayarak çukur kazan, elinde tırpanı, orağı ekin biçen, sırtında un çuvalı, çimento torbası taşıyan insan misali geçen her bir dakikada onun yorulduğunu gözlemlemeniz mümkündü. En azından ben öyle hissettim. Demek ki bedenen yorulma sadece maddî ameliyelerle olmuyor. Necip Fazıl'ın ifadesiyle fikir çilesinin, beyin sancısının, derdin, ıstırabın, kalak'ın insan bedeninde oynadığı rol, bedeni yoran maddî ameller kadar etkili.Ümit ışığı arayan, medet çağrıları yapan yorgun gözlerle etrafa bakıyordu. Kalkacaktı ama sözü de bitirmeliydi. “Çok önemli bir mevzudur imanda sabitkadem kalabilme. Kaydırma Allah'ım demeli insan. Çünkü şeytan çok musallat olur olumlu hizmet yapan ve yapacak olanlara. 24 saat meşgul olur böyleleri ile. Baksanıza Beyazıt Camii'nde Kur'an mevzuunda Üstad Bediüzzaman'a bile musallat olmuş. Ciddi meseleler bunlar.”Başıyla işaret etti. Tefe'ül edecekti. Kur'an getirildi. Eline Kur'an'ı aldığında ağzından cem'i mütekellim siğasıyla değiştirilmiş Peygamber duası dökülüyordu: “Allah'ım, bizi nefislerimizle göz açıp kapayıncaya kadar hatta ondan daha az bir zaman dilimi bile olsa baş başa bırakma.” Sonra tefe'ülünü yaptı. İbrahim Sûresi 24. ve 25. ayetleri çıktı: “Görmedin mi Allah nasıl bir benzetme yaptı: Güzel söz, koku yerin derinliklerinde sabit, dalları ise göğe doğru yükselmiş bir ağaç gibidir ki Rabb'inin izniyle her zaman meyvesini verir. Düşünüp ders çıkarsınlar diye Allah insanlara böyle temsiller getirir.” Birkaç gündür ilk defa tebessüm ettiğini gördüm bu ayeti okuyunca. Ne anladı, nasıl yorumladı bilemem ama beşaşet gamzeden simasıyla “bakın, bir ayet aşağıda ne diyor dedi ve 27. ayeti okudu: “Allah iman edenleri hem dünyada hem ahirette o sabit söz üzerinde sağlam bir şekilde tutar. Zalimleri ise şaşırtır. Allah elbette dilediğini yapar.” Kur'an'ı arkadaşımıza, yerine koyması için geri verirken “Allah'ım! Kalplerimizi iman üzere sabitkadem eyle.” duası dökülüyordu dilinden.Kalkmadan önceki son sözleri şunlardı: “Böyle bir teşbih doğru mu bilmiyorum ama manevî bağışıklık sistemini güçlendirmeli. Eskimeden, yıpranmadan, günahlara batıp çıkmadan hayatı sürdürmek çok zor. Öyle virüsler musallat oluyor ki işte o zaman şeytan çöküyor başımıza ve manevî savunma mekanizmamız iflas ediyor. Çok küçük argümanlara alt-üst ediyor manevî hayatımızı.” Odasının kapısını açarken “Dua etmeli.” diyordu bize. Dua...
↧