Türkiye, baş döndürücü bir hızla ve her geçen gün değişiyor, başkalaşıyor, farklılaşıyor.Öyle ki bazen değişimi yapanlar bile bunun hızına yetişemiyor. Değişimin Türkiye’yi nereye götürdüğü sorusuna verilen cevap konusunda ise insanların kafası biraz karışık. Değişeceğiz ve yeni bir ülke olacağız ancak nasıl bir ülke? Bu yeni ülkenin devlet-vatandaş, yöneten-yönetilen ilişkisi nasıl olacak? Yeni Türkiye’nin devlet yönetiminde neyi örnek alacağız? Eski devletin bazı şeylerini değiştirip aynısını mı uygulayacağız yoksa çağdaş ülkelerdeki gibi bir sistem mi kuracağız? Eski Türkiye’de yönetenlerin dostları ve düşmanları vardı. Devlet, düşmanlarıyla sürekli mücadele halindeydi. Şimdi çağdaş bir sistem kuracaksak devletin ideolojisi değil evrensel ilkeleri olacak ve şiddet kullanmayan herkes kendisini emin bir ülkede yaşıyor hissedecek.Bugün dershaneler konusunda yaşadığımız da eski Türkiye-yeni Türkiye kavgasından başka bir şey değil. Diyelim ki, devleti yönetenler lokantaların varlığını anlamsız buluyor, bu işyerlerinin milleti söğüşlediğini düşünüyor. Bunları kapatıp aşevleri kurarak herkesin bu aşevleri üzerinden beslenmesini istiyor. Bu duruma ne diyeceğiz? Ya da devleti yönetenler Galatasaraylı olsa, toplumda her geçen gün Beşiktaşlıların sayısının arttığını düşünse ve bu durumu engellemek için Beşiktaş’ın futbol okullarını kapatmaya kalksa tavrımız ne olacak? ‘Madem devlet, bundan sonra lokantalar ya da futbol takımları konusunda böyle düşünüyor, bize de uymak düşer’ mi diyeceğiz? Yeni Türkiye’de devletin hayatımızı belirleme isteğine karşı nasıl bir tavır içinde olacağız?Bütün bu problemlerin temelinde; günlük hayatımıza bir düzen verebileceğini düşünen ideolojik bir devletin varlığı yatıyor. Maalesef bugün devlet önceki geleneğine uygun olarak toplumun belirli kesimlerini ötekileştiriyor. Oysa devletin ideolojisi, tarafgirliği değil, ilkeleri ve hukuku olması gerekir. Çağdaş ülkelerde devlet erki belirli zümre ve ailelerde değil toplumun kendisindedir. Devleti yönetenler onun sahibi değildir ve kamunun ona verdiği yönetme gücünü belirli bir kesimle mücadele etmek için kullanamazlar.Eski Türkiye’nin en büyük patolojisi buydu. Devlet erkini elinde bulunduranlar, yönettiklerine eşit yakınlıkta ya da uzaklıkta değildi. Belli kesimlere karşı kasıtlı bir tutum içindeydiler.Biliyorsunuz eğitimin tepeden tırnağa devletleşmesi Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile olmuştu. Milli Gazete’den Mahmut Toptaş dünkü yazısında çok önemli bir konuya dikkat çekiyor: “İmam Ebu Hanife, İmam Şafii, İmam Malik, İmam Ahmed bin Hanbel, Hasan-i Basri, Buhari, Müslim... ayarında daha sonraları neden ilim adamı yetişmediğini, beşinci asır alimlerinden İbnü’l-Ekfani, ilmin dördüncü asırdan sonra devlet tekeline geçmesine bağlıyor.”Toptaş daha sonra şu tespitlerde bulunuyor: ‘‘Hicri dördüncü asra kadar ilim, özel eğitimle devam ediyordu. Mekke, Medine, Mısır, Kufe, Bağdat, Yemen gibi merkezlerde her alimin, kendine göre programladığı ders halkaları vardı ve oralarda yetişenler de kendi geçimlerini çömlekçilikten, camcılıktan, ticaretten... vs.den sağlar, hatta öğrencilerin geçimini de sağlayanlar bütün bunları ilmin hatırına Allah için halka faydalı olmak için yaparlardı. İşte bu tür özel eğitimden İmam Ebu Hanife, İmam Şafi, İmam Malik, İmam Ahmed bin Hanbel, İmam Cafer Sadık, İmam Buhari, Hasan-i Basri ilim adamları yetişmişti. Bu eğitimlerin hiçbir yerinde devlet yoktur.’’Dershanelerin yararı ya da zararı başka bir şeydir, insanların neleri öğrenip neleri öğrenmeyeceğine devletin karar vereceğini düşünmesi başka bir şey...Meselenin tam da püf noktası burası işte! Söylemek istediğim şey, o dönemin eğitim sistemini bire bir modellemek değil tabii ki... Ancak devletin içinde olduğu, her şeyine müdahale ettiği eğitim sisteminden özgür düşünce, özgür bilim üretilemez. Bundan da önemlisi devleti yönetenler bir kesimi kendisine düşman ya da rakip göremez.
↧