Göztepe Mahallesi, Sözlü Sok. No: 25. Eskişehir. Bu adresi hiç unutmadım. Çok sevip ezberlediğim bir şiirin mısrası gibi zaman zaman hatırladım, hafızamın ipeklerine sardım.Gerçi zihnimde 25 rakamı bazen 23’e hatta yer yer de 53’e dönüyor fakat her seferinde kesin kararımı veriyor, 25’te duruyorum. Nedir içimden bunca yıl sökülmeyen bu adres tutkusu? Yoksa Dustin Hoffman’ın oynadığı o unutulmaz karakter ‘Yağmur Adam’dan izler mi var bende? Ki bazen kibrit kutularından insan yüzleri kuruyor, o yüzlerden ateş almış uyku ağları örüyorum. O adres, biraz çocukluk merakı çokça da ne olduğunu bilmediğimiz fakat etkisi ömür boyu sürecek ayrılık ilmeği gibi dokunup duruyor. Çok sevdiğimiz biricik öğretmenimiz, daha ilkokuldan bizi mezun etmeden tayini çıktığı için ayrılmak zorunda kalmıştı. Biz de denizin ortasında gemisiz, kılavuzsuz kalakalmıştık. Ancak o her zaman bu adrese mektup yazabileceğimizi ve kendisine ulaşabileceğimizi söylemişti. Özenle kaydettiğimiz adres bu haliyle ayrılığın işareti değil ömür boyu sürebilecek bir yeniden buluşma ihtimalinin şiirine dönüşmüştü. İşte o umutla hiç unutmadım bu adresi. Bir şifre, bir parola gibi hep dilimde sakladım. Daha saklarım.Sol başta elinde defter kitap taşıyan benim öğretmenim. İsmi Nadire Erdem.Pek çok yaşıtları gibi, Anadolu’nun ortasına, henüz yirmisine bile varmadan kaderin rüzgârıyla savrulmuş fakat o bu kaderi çok sevmiş gözükmüştü bize. Yüzünde, tavırlarında, sınıfta bir güneş çemberi gibi dönüşünde belki asıl yaşarken duyurduğu o büyük müzikte, büyük bir memnuniyet ve mutluluk halesi vardı. Buradayım, zaten istediğim buydu, bu çocukları, bu insanları, bu hayatı, bu mesleği çok seviyorum havası, hayır hayır inancı içindeydi. Bir yaz başlangıcında, kekik, dağ nanesi, sarı çalba kokularının buharında, kasabamızı tam yukarıdan gören tepeye ders işlemek bahanesi ile çıkarınca bizi çok içten sezmiştim o inancı. Bu davranışıyla eğitimin, asıl öğretmenliğin okulda, sıralarda, tahtada, yönetmeliklerde değil, gözlerde, seste ve doğanın çıvıltısı içinde de olabileceğini söylemek istemişti sanki. Bir ressam olsaydım şüphesiz bu ışık titreyişini, o çocukluk serpintisini acemi fakat pek ölümsüz fırça darbeleriyle renklerle işlerdim. Bir ömür de bakmaya doyamazdım.Gel gör ki eğitim sistemimiz...Herkesin ama herkesin mutlaka sevdiği, ömür boyu unutmadığı bir öğretmeni mutlaka vardır. Bu bazen erken bazen de gecikerek gerçekleşir. Gel gör ki, bizim eğitim sistemimiz, sosyal hayatımız tuhaf çelişkiler ve anlamsız kopukluklarla örülmüş, insanın önünü kesmekten onu kavram kargaşasına sürüklemekten hiç geri durmamıştır. En saçma parçalanmışlıklardan birisi de eğitici ve öğretici öznenin öğretmen ve hoca olarak bölünüp parçalanmasıdır. Gerçi ben her ikisini de eşit severim lakin sanki öğretmen deyince ilköğretim dönemindeki çocuklara ders veren özne, hoca deyince ise lise ve üniversite eğitmeni anlaşılır, kastedilir. Oysa, ferde, çocuk veya genç insana hangi sıfatın hangi dönemeçte nasıl dokunacağı ve bu dokunuşun nelere kuluçka olduğu kestirilemez. Eğitim hayatında bir reform yapılacaksa eğer bu da listeye alınmalı, hoca mı öğretmen mi karar verilmeli.O geldiğinde, öğretmenimiz bize geldiğinde kasabamız henüz elektriğe kavuşmuştu. Evlerde su yoktu. Damların büyük çoğunluğu topraktı, üstelik kış çok şiddetli geçerdi. Fakat ne gam! Bir kere o gelmişti. Baharda, yazın eşiğinde, sonbaharda okulun açıldığı günlerde, onun sınıfına koşmanın müziği adımlarımıza başka türlü vururdu. Kışın o karda boranda bata çıka varırdık kapısına aşkla. Güzel havalarda giydiği beyaz gömleği, nedense çoğunlukla siyah renk pantolonu, geniş eteği, acemi saçları ve o günlerin modası yüksek kauçuk ayakkabılarına kim ne diyebilirdi? Benim ise hafızamda, bir kolunda taşıdığı defter ve kitapları yer etmiş. Bu haliyle, bir öğretmenden çok öğrenciliği hâlâ devam eden öğretmen okulu öğrencisi gibiydi. Yıllar sonra üniversite okumak için İstanbul’a geldiğimde, çoğu öğrencinin kitaplarını o tarzda taşıdığını görünce şaşırmıştım. Hatta pek çok öğrenciyi arkadan ona benzettim, emin oluncaya kadar gizlice takip ettim.İnsanın asıl doğduğu anBöyle oluyor, bir insan, öğretmen olarak, anne, baba, kardeş, amca, teyze, akraba olmanın ötesinde, bütün biyolojik bağların dışında, ruha doğru yaklaşıyor hatta ona çarpıyor, belki kendisi de parçalanıyor, hayatın sonsuz ve büyük parçalanıp toparlanma döngüsü içinde ömür döne gelişe devam ediyor. Bana sorarsanız insanın asıl doğduğu ve belki de başladığı an, bir öğretmenle karşılaştığı andır. O andan itibaren eşyanın şekli değişir, seslerin tonu müziğe evrilir, yazı yazı olmaktan çıkar, çocuk kır tayları gibi kırmızı gökyüzüne koşar, denizin rengi, toprağın huyu değişir. İnsanın insan olduğunu ve insan kalması gerektiğini hiç unutmaz. Bilerek değil belki ama duyarak, içten içe bağlanarak. Kalbin ve vicdanın bilgide ve umutta bir olup kavuşmasıdır bu.Sonradan çok aradım. O sokağı, o numarayı ben. Listeleri karıştırdım. Bildiklerime, bilmediklerime sordum soruşturdum. Bulamadım. Üstelik çok sevip bağlandığım öğretmen ve hocalarım da oldu. Ne var ki o ilk aşk gibiydi ve her ilk aşk gibi sırroldu, sonsuza uçtu. Bir film sahnesi gibi akasya pırıltılarının, çocuk gülüşlerinin, kar altında atılmış ateşin mutluluk çığlıklarının içinde dumana boğuldu. O çelimsiz ve çocuk bedenimin yanında durup da omzuma dokunan eller ve o iri gözleri bir şefkat ırmağına benzetiyor, çok derin kanyonlar içinde yol alıyor ve onu arıyorum. Göztepe Mah. Sözlü Sok. No: 2?...
↧