![]()
Manasız bir söz kuru gürültüden ibarettir. “Laf bilirsen söyle ki lafından hisse alsınlar / Laf bilmezsen sükut et seni adam sansınlar.” denir; anlamsız konuşmak yerine susmak tavsiye edilir.Susmak, zannedildiği kadar kolay değildir; ne kadar güç olduğunu Mevlânâ şu manidar cümle ile açıklıyor: “İnsanoğlu garip bir yaratıktır; dünyayı zapteder fakat ağzını zaptedemez.” “Kelam” denince akla Doğu gelirdi; anlamlı, hikmetli konuşmaların yapıldığı kültür bölgesiydi. Gün geldi, her güzel hasletimiz gibi kelam ustalığımız da bizi terk etti. Değerini bilen Batılıların dünyasında yerini aldı. Onlar bu işin zorluğunu da şöyle bir benzetme ile ifade ediyorlar: “Üç meydan muharebesi kazanmak, bir çocuk doğurmaya, üç çocuk doğurmak bir konuşma yapmaya bedeldir.” Hitabetin birinci özelliği, karşısındakini ikna etmektir. II. Dünya Savaşı patlak verince, Milli Şefimiz şu cümleyi bayrak yapmıştı: “Rusya müttefikimiz, Almanya dostumuzdur.” Bu, bize iki yüz yıldan beri musallat olan Şark kurnazlığından başka ne idi? Böyle bir sloganla Almanya’yı, Rusya’yı ikna edeceğimizi nasıl düşünebilirdik? “Biz savaşı doğru bulmuyoruz” veya “Tarafsız kalacağız” demek varken, iki tarafı da tatmin etmeyecek, hatta onlarda kandırıldıkları zehabını uyandıracak söze ne gerek vardı? Gelelim iç işlerimize; seçimle iş başına gelen bir iktidar ordu zoruyla görevden uzaklaştırılıyor, yargılandıkları mahkemenin başkanı; “Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor.” diyor. İnönü ve hempaları buna “ihtilal” değil “inkılap” diyorlar. Bir milleti bundan daha büyük bir kandırma olabilir mi? Bugün ülkemizde çok anlamsız şeyler söylenmektedir. Mesela siyaset platformunda kullanılan “merkez” ile neyin kastedildiği yüz kişiye sorulsa eminim yüz ayrı tarif alınır. “Sağ” ve “sol” tabirleri de Avrupa patentlidir, sağ tandanslı partiler, daha çok zengin kimseleri esas alır, onların ekonomik faaliyetlerinden herkese refah sağlamanın yollarını ararlar. Sol tandanslı partiler ise daha çok işçileri, gelirleri sınırlı olan kesimleri taban kabul ederler. Ülkemizde ise zengin kesimin yaşadığı yerlerde sol partilerin ağırlıkta oldukları görülürken nispeten gelir seviyesi düşük yerlerde ise sağ tabir edilen partilerin oy oranları çok daha yüksektir. Bu da bize “sağ” ve “sol” tabirlerinin bizde Batı’daki anlamda kullanılmadığını göstermektedir. Bizdeki zenginlerin pek çoğu Batı’daki hayat tarzını benimserler; kendilerini milletten farklı hissederler. Halbuki işçiler, köylüler, esnaflar muhafazakâr yapıya sahiptirler. Bu da Avrupa’nın tam aksi istikametindedir, zira Avrupa’da büyük zenginler muhafazakâr, işçiler, memurlar ise solcudurlar. Her ne ise; ilimde, mantıkta yeri olur olmaz, mademki hürriyet var, herkes kendisini istediği gibi nitelendirir, inananlar da onu tasvip ederler. Ama bir insanın tasvip edilip edilmemesi söylediklerinin anlaşılmasıyla mümkündür. Mesela bir zamanlar bir politikacı “makul çoğunluğa” talip olduğunu söylerdi. Talip olduğu çoğunluğu nasıl anlayacağız? Hangi çoğunluk makuldür, hangisi değildir? Onlara dair kriterler nelerdir? Bazı politikacılar, kanaat önderleri “çağdaş” çoğunluktan söz ettiler. Dünyada “çağdaş” kelimesi kadar kaypak, muğlak bir başka kelime yoktur. Bu kelimeyi doğru dürüst anlarsak, aynı zaman diliminde yaşayan herkes çağdaştır. Eğer bu “refah” anlamında kullanılıyorsa, o zaman işler iyice çapraşık bir hal alır. Almanların mı yoksa Japonların mı daha medeni olduğuna karar verirken hangi ölçüleri kullanacağız? Zenginlik esas alınırsa, nice zengin olmuş kültürsüz, cahil insanların varlığını inkâr mı edeceğiz? Millet bazında ele alırsak, Körfez ülkelerinde medeniyet adına insanlık için ne üretildiğine dikkat etmeyecek miyiz? Demokrasilerde ne “makul” ne de “çağdaş” çoğunluk olur. Her çeşit vasıflandırma insanları birbirlerinden ayırır, onları kademelendirir. Halbuki eşitlik demokrasilerin olmazsa olmaz ilkesidir. Demokrat da, temyiz kudretine sahip bütün vatandaşların aynı hakka sahip olduğunu bilen insandır. Hiçbir kimseye, hiçbir derde faydası olmayan böyle kelimeler, yersiz vasıflandırmalar tehlikeli ortamların oluşmasına neden olabilir. Günün birinde, oyların çoğunluğuna sahip olan bir partiye bir güç çıkar da; “Senin çoğunluğun ‘makul’ ya da ‘çağdaş’ değil” derse, ne karşılık vereceğiz? Böyle bir durum bizi her türlü maceranın eşiğine getirmez mi?