Güney Afrika’nın efsanevi lideri Nelson Mandela’nın (1918–2013) öldüğü haberini duyduğumda Berlin’deydim.Başlıca uluslararası ve Avrupa televizyon kanalları yayınlarını uzun süre ona hasrettiler. Beyaz azınlığın toplumun yüzde 80’ini oluşturan siyah çoğunluğa karşı uyguladığı ırk ayrımı politikasına karşı, 1950’lerde başlattığı, 1962–1990 arasında 27 yıl hapis yatarak sürdürdüğü mücadelenin öyküsünü anlattılar.Ekranlar, ABD başkanının ikametgâhı Beyaz Saray’da bayrakların yarıya indirildiğini gösterdi. Başkan Obama yaptığı açıklamada, “Görebileceğimiz en etkili, cesur ve iyi insanlardan birini kaybettik…” diyordu. Britanya Başbakanı David Cameron, “Dünyamızda büyük bir ışık söndü…” diyordu. Oysa Soğuk Savaş’ın sürdüğü 1980’lerde, o Robben adasında hapis yatarken, gerek ABD Başkanı Ronald Reagan, gerekse Britanya Başbakanı Margret Thatcher, Mandela’yı “komünist ve terörist” ilan etmişlerdi. Mandela’nın ta 2008 yılına, G.W. Bush’un başkanlığının son günlerine kadar ABD’nin “terörist” listesinde kaldığını; Cameron’un başında olduğu Muhafazakâr Parti’nin Mandela hakkındaki “terörist” nitelemesini ancak 2006 yılında terk ettiğini yakınlarda öğrendim.Şiddetten kaçınma ve tümüyle barışçı mücadele ilkesiyle yola çıkan Mandela’nın başında olduğu Afrika Ulusal Kongresi partisi (AUK), 1961’de ırk ayrımı politikasını protesto eden 69 barışçı göstericinin polis tarafından katli üzerine silahlı mücadele kararı aldı. 1962’de Mandela ve arkadaşları hükümeti devirmeye teşebbüs suçlamasıyla tutuklanıp yargılandılar ve ömür boyu hapse mahkûm oldular. AUK’nın silahlı kanadının yürüttüğü mücadele, zaman zaman alevlenerek 1989’a kadar sürdü. Bu mücadele sırasında AUK, yerel komünist partisiyle güçbirliği yaptığı gibi, Sovyetler Birliği’nden de destek gördü. Bunun için Mandela “terörist ve komünist” olarak nitelendi.1994’te başkan seçilmesinden sonra Mandela’ya silahlı mücadele ile ilgili görüşleri sorulduğunda, ırk ayrımı rejiminin kendilerini buna mecbur ettiğini söyleyecek ve şöyle diyecekti: Şiddet “ahlakî bir ilke değil, bir stratejiydi; etkisiz bir silahı kullanmanın ahlakî bir yanı yoktur…” Komünistlerle güçbirliği yapılmasını ise, Churchill’in Hitler’e karşı Stalin ile ittifak yapmasına benzetecekti. (New York Times, 5.12.2013)Mandela 1986’da, Robben adasında hapis yatarken, ırk ayrımına dayalı rejimin son bulması, siyahlarla beyazların eşit siyasi haklara sahip oldukları özgürlükçü ve çoğulcu bir demokratik rejimin kurulması için beyaz azınlık hükümetiyle müzakereleri, karşı çıkacaklarını bildiği için, partisine danışmadan başlattı. Başkan seçildikten sonra, bu konuda “Emri vaki yaptım…” diyecekti. Tutukluluğunun son aylarında, hükümet temsilcileriyle rahatça görüşebilmesi ve sağlığının korunması için Capetown yakınlarındaki Victor Verster Hapishanesi içinde, bahçesi ve aşçısı olan tek katlı bir eve nakledildi. Azınlık hükümeti, hapiste ölmesi halinde olabileceklerden fevkalade endişeliydi.Mandela, ırk ayrımı rejiminden gördüğü bütün zulme rağmen asla intikam alma, beyazlara karşı düşmanlığı körükleme, toplumu kutuplaştırma yolunu değil, siyahlarla beyazları barıştırma ve uzlaştırma yolunu seçti. Bunun içindir ki dünya onu bir saygınlık ve insanlık abidesi olarak selamlıyor. Muhakkak ki Mandela çağımızın en büyük liderlerinden biriydi. Keşke cenazesine Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de gitseydi. Keşke bugün yargılanan General Kenan Evren’e verilerek itibarsızlaştırılan Atatürk ödülünü Mandela’ya önerme densizliği gösterilmeseydi.
↧