Başbakan’ın “millî iradeye sahip çıkma” ısrarı ve vurgusu, demokrasinin en temel unsurlarına dair bir ihtilafı içinde barındırıyor.En cömert şekilde kullandığı zaman bu tabir ile TBMM’nin tamamını ve üyelerini, çoğu zaman ise Meclis içindeki çoğunluğu kastettiği anlaşılıyor. Bir şeye sahip çıkıyor ve savunuyorsanız, mutlaka karşıtlarınız veya düşmanlarınız var demektir. Başbakan da millî iradeye yönelik saldırılardan, tehditlerden ve düşmanlardan bahsediyor. Bu saldırıların geçmişte görüldüğü üzere sadece silahlı güçlerden (yani darbecilerden) değil, kendisini “Meclis iradesi” üzerinde gören herkesten gelebileceğini söylüyor. Millî irade düşmanlarını, kendisini “Meclis iradesi üzerinde gören” sermaye, medya, karanlık güçler ve mafya olarak listeliyor. Sonra sınırları daraltıyor. Millî irade, “milletin tercihlerine” ve dolayısıyla “iktidar partisi”ne dönüşüyor. Başbakan, daha sonra “kimi sermaye çevreleri” ve “kimi medya kuruluşları” ile sınırladığı “çirkin ittifak”a karşı bütün partileri ve milletvekillerini millî iradeye sahip çıkmaya çağırıyor.İfadeler muğlâk hale geldikçe retorik dozu artar. Belli ki Başbakan, Büyük Sermaye içinde bir grubun, medya imkânlarını seferber ederek önümüzdeki mahallî seçimlerde, AK Parti’ye karşı bir kampanya yürüteceği bilgisine sahip; ve bu sözlerle hem o yöne mesajlar veriyor hem de önlem alıyor.Retorikte problem yok. Sandıktan güç alan demokratik bir liderin, millî iradeye ve Meclis’in üstünlüğüne vurgu yapması son derece doğal. Kendi saflarını sıkılaştırmak için bir rakip tanımlayıp, ona karşı mücadele çağrısı yapması da siyasetin temel mantığına uygun. Ama bir yerde durmak lazım; çünkü kavramların yüklendiği anlamın bizi de Başbakan’ı da bambaşka bir yere sürükleme ihtimali var.Millî irade, efsunlu bir kavram. Kelimelere, maddî karşılığının dışına çıkarak “anlam” yüklediğiniz zaman ortaya kavramlar çıkar. Kavramların büyüsü de kelimeye yüklenen anlamlarda saklıdır. Millî irade, tabiatta veya toplum içinde karşınıza çıkacak bir kavram değil; Fransız İhtilâli öncesinde icat edilmiş bir düşünceye dayanıyor; Rousseau’nun “genel çıkar” ve “genel irade” teorisinin eseri. Tek tek bireylerin çıkarlarının toplamının çok ötesinde, toplumun genel çıkarını gözeten iradeye “genel irade” diyoruz. “Halk iradesi” ile “millî irade” kavramları arasındaki fark gündelik çıkarlar ile kalıcı çıkarları ayırt etmek için kullanılıyor. Millî iradenin gözettiği çıkarı, hukuk sistemi içinde “kamu yararı” olarak isimlendiriyoruz. Bu yüzden “millî irade” kavramı, parti rekabetinde kullanılmaya pek elverişli değil. Siyasî partiler, demokratik rekabet içinde millî iradeyi değil, son derece doğal bir şekilde oy aldıkları kitlelerin iradesini ve çıkarlarını temsil ederler. Bu durumun demokrasi adına hiçbir sakıncası yoktur; çünkü “kamu yararı”nı ve millî iradeyi gerçekleştirmek üzere devreye anayasa ve hukuk sisteminin denge ve denetim mekanizmaları girer.Demokrasi, çoğunluğun millî iradeyi temsil ettiği bir yönetim biçimi değildir. Çoğunluk yönetimi için poliarşi, çoğunlukçuluk (majoriterianism) ve tahfifi olarak oklokrasi gibi deyimler kullanılır. Demokrasi ve özellikle temsil kurumu ile işleyen temsilî demokrasi halkın denetleme yetkisini saklı tuttuğu rejimdir. Sandık millî iradenin biricik temsilcisini belirlemez, iktidarın denetimini sağlar. Temsilî demokrasinin denetim mekanizmalarını sandıkla sınırlamamak için, modern demokrasiler bir yığın yöntem geliştirdiler. Katılımcı demokrasi, çoğulcu (plüralist) demokrasi, müzakereci demokrasi, radikal demokrasi bu yolda icat edilmiş kavram ve teoriler.Çok partili demokrasi, zaten bu denetimin partiler aracılığıyla sürdürülmesini ifade ediyor. Başbakan, “sivil toplumun, medyanın ve sokağın sesinin” demokrasilerde önemli olduğunu kabul ediyor. Peki o zaman bu “sivil vesayet” itirazı nereden çıkıyor?Demokratik rekabeti millî iradenin eseri olan ortak hukuk kuralları belirler. Zor kullanmadığınız sürece, sivil vesayet peşinde koşmak demokrasilerde en doğal hakkınızdır. Nitekim bu doğal hakkın geçerli olduğu topluma, sivil toplum adını veriyoruz.
↧