Odada iç daraltıcı bir hava. Üzerlerine bindirilen manaların ağırlığıyla kelimelerin beli bükük.Birbirlerinin kuyusuna attıkları taştan daha katı, buzdan daha soğuk kelimelerin çıkardığı sesten her üçümüz de yorgunluk hissediyoruz ki, “Ne kadar da sıkıcısınız,’’ diyorum kendime şaşarak. Der demez pişman olsam da iş işten geçti. Ne demek istiyorsun, der gibi suratıma bakıyor konuşması kesilen kadın. Adamın suratına yayılan tebessüm sözün kendisini de kapsadığını anlayınca sönüveriyor, onun da suratı düşüyor.Her ikisi de son derece eğlenceli kişiliğe sahip aslında. Suratı asık tiplere hiç benzemiyorlar. Şakadan anlayan, şaka kaldıran, hayata mizahi tarafından da bakabilen bir tarafları var ama yarım saattir sergiledikleri performansa bakınca, ilişki tarzlarının sıkıcı, boğucu, bunaltıcı olduğunu söylemek hiç de yanlış değil. “Ne kadar da sıkıcısınız,” derken kastettiğim buydu.Birbirlerine karşı tavırları, dört yıldır aynı yastığa baş koyan karı kocayı değil de birbirlerini bir kaşık suda boğmaya hazır iki düşmanın tavırlarını andırıyor daha çok. Her iki taraf da karşı tarafça haksızlığa uğratıldığını, mağdur edildiğini sıralıyor büyük bir ustalıkla.Kadınlara fil hafızalı derler ama adamın da eski olayları depolama yeteneğine şapka çıkarmak lazım.Fi tarihinde adam bir kavga sırasında şöyle demiş, nişanlıyken telefonda tartışmışlar, düğün gecesinde adamın annesi huysuzluk etmiş, evliliğin üçüncü ayında bilmem ne demiş adam. Sen şunu dedin, şunu yaptın bana. Ya senin dediklerine ne demeli, ne yapmalı.“Siz gerçekten evliliğinize devam etmek niyetinde misiniz?” diye soruyorum. Yarım saattir kendimi bir mahkeme salonunda tarafların birbirine şikayetlerini sıraladıkları bir hakim gibi hissetmeye başladım çünkü.Konuşma sen haksızsın ben haklıyım minvalinde sürüp gidiyor. Sanırsınız ki, birbirlerinin bahçesine hiç girmemişler. Hoş geldin, safa getirdin gönlüme, ne iyi ettin de geldin, diyerek ağırlamamışlar gönüllerinin baş köşesinde birbirlerini.“Böyle bir niyetimiz olmasa sizin karşınızda ne işimiz var,” diyor kadın sertçe. Adam, başıyla karısını tasdik ediyor.“Müşahede ettiğim ilişki tarzınızla hiç de öyle bir havanız yok,” diyorum. Sonra da ekliyorum: “Her ikiniz de tam bir cerbeze ustasısınız.’’Onlar sormadan ben cerbezenin tarifini yapıyorum. Daha iki gün önce okumuştum Münazarat’ta. Zamanın Bedii sanki onlar hakkında yazmış yüzyıl önce. “..büyük işlerde yalnız kusurları gören, cerbezelik ile aldanır veya aldatır. Cerbezenin şe’ni, bir seyyieyi [kötülüğü] sümbüllendirerek hasenata [iyiliklere] galip etmektir.” Yarım saattir tam da yaptıkları bu. Her ikisinin de ağzından birbirleriyle ilgili bir tane bile olumlu ifade duymadım. Birbirlerinin kötü yanlarını, hatalarını bir bir sayma maharetindeyse üstlerine yok.“Çok hoş bir bahçeye giren birini hayal edelim. Çeşit çeşit ağaçların dallarında olgun meyveler sarkıyor. Bahçeye giren şahsın elinde büyükçe bir sepet var. Tek tek ağaçları dolaşarak her birindeki çürük meyveleri sepete dolduruyor ve önünüze koyuyor. Buyurun, diyor, bahçenin ürünleri işte bunlar.” Bir süre susup devam ediyorum. “İşte cerbeze bu. Her türden ilişkinin katili. Sizin yarım saattir yaptığınız şey de bu. Her ikiniz de karşıdakinin bahçesindeki çürük meyveleri sepete doldurup, işte bu sensin, diyor. Kimse çürük olmayan diğer meyvelerden bahsetmiyor.”Galiba demek istediğimi anladılar. Ama tenkit etme, kusur bulmada gösterdikleri mahareti birbirlerinin olumlu yönlerini takdir etme konusunda sergileyemiyorlar. “Takdir edici yoldaş,” acemisiler.“Geçmişte şu olmuş bu olmuş. Dön dön aynı şeyleri konuşmanın her ikinize de bir faydası olmadığını benden daha biliyorsunuz.” Sonra kadına dönerek, “Eşinizin güzel özelliklerinden bahseder misiniz biraz,” diyorum. Adam, sıranın kendine de geleceğini anlayarak içinden karısının güzel özelliklerini düşünmeye başlıyor.Kadın saymaya başlıyor. Başta zorlansa da giderek açılıyor. Sinirli biri olsa da, diyerek araya çürük bir elma sıkıştırmadan edemese de, kocasının merhametli biri olduğunu söylüyor ilk. “Sorumluluk sahibidir,” diyor sonra. “Bazen cimriliği tutsa da cömert biridir.” Eh, fena değil. Buna da şükretmek lazım ki, ardı gelsin. Gizlice adamın suratına bakıyorum. Belli etmek istemediği bir memnuniyet ifadesiyle doluyor yüzü.Sıra adama geliyor: “Güzel yemek yapar. Temizdir, düzenli tertiplidir. İyi bir annedir.” Belli etmeden kadının suratına bakıyorum. Belli etmek istemediği bir memnuniyet ifadesiyle doluyor yüzü.Yekdiğerinin bahçesinden ne kadar sağlam meyveyi sepete doldurabilirlerse, o kadar huzurlu bir evlilikleri olacak.Hz. Mevlânâ’nın türbesini ayakkabıyla ziyaret etmekGeçen hafta Konya Kitap Günleri’nde söyleşi nedeniyle Konya’daydım. Hz. Mevlânâ’nın kabrini ziyaret etmek istedim. Mevlevî Dergâhı ve Türbe, 1926 yılında ‘Konya Âsâr-ı Âtîka Müzesi’ adı altında müze haline getirilmiş. 1954 yılında ise müzenin teşhir ve tanzimi yeniden gözden geçirilmiş ve müzenin adı ‘Mevlânâ Müzesi’ olarak değiştirilmiş. Anladığım kadarıyla Ayasofya’nın başına gelen Mevlevî Dergahı’nın da başına gelmiş. Huzûr-ı Pîr de denilen türbeye ve türbenin hemen yanıbaşındaki mescide ayakkabıyla girmek gerçekten çok garibime gitti. Buranın bir müze olmasının ve parayla girilmesinin hikmeti nedir bilmiyorum. Müze dahi olsa, ayakkabısız oraya girilmesinin sağlanması Hz. Mevlânâ’ya bir hürmet ve boynumuzun borcu değil midir?Statü endişesi belgeseliStatü endişesine, başkaları hakkımda ne düşünür kaygısıdır da denilebilir. Alain de Botton’un Statü Endişesi kitabı, aynı adla üç saatlik bir belgesele dönüştürülmüş. Meseleye yaklaşımı, her ne kadar “insanların ilgisi/teveccühü mü yoksa Mutlak Varlık’ın teveccühü mü” gibi bir bakış açısından mahrum bir kitap ve belgesel olsa da, yine de izlenmeye değer.
↧