Arsız bir klakson sesi patlıyor birden sokakta. Sabahın bu bakir alacasında belki bir kedi belki de şaşkın bir köpek için oklanıyor bu klakson ama hedefinin dışında bambaşka kulaklara doluyor, köşelerden sekiyor.Fakat kimin elinin marifeti bu arsızlık, bu abanış kimse bilemeyecek. Araba hızının o sürtünen yankısı kaybolmaya yüz tutmuşken aniden uyandırıyor onu bir anlık uykusundan. Buna uyku demek de zor. Hatta imkânsız. Herkesin yatağa, uyumak, günü silmek için girdiği gece vaktinde, o güne, uyanmaya doğuyor sanki. İlaçların tesiriyle gün içinde birkaç kez teslim alıyor uyku. Ve zaten hep yatakta. Kaç yıl oldu? Daha ne kadar sürecek? Bilse?Şu klakson sesi de olmasa, birden uyanmasa uyuduğunu, yatakta olduğunu da hatırlamayacak aslında. Sağa sola nadiren dönebiliyor. En büyük dileği, umut kaynağı pencereye dönmek. Ama ağrılar, rahatsızlığı, uzun süre yüzünü ışığa çevirmesine izin vermiyor. Daha çok sırt üstü yatması gerekiyor. Allah’tan kendisi için özel hazırlanan yatak istediği gibi kaldırılabiliyor, vücudunu zorlamadan istenilen şekle dönüştürülebiliyor. Böyle zamanlarda boynu gözleriyle birleşiyor, bazen bir el bazen de ayakları gibi onu uzaklara götürüyor. Gerçi onu da gençliğindeki gibi dilediğince çeviremiyor ama gözlerinin ve yüz kaslarının yardımıyla amacına ulaşıyor. Ahh, bu sürücü diyor kelimesizce. Şu serçe uykusundan devirmeseler olmaz mıydı beni? Düş mü görüyordum, ışığı mı özlemiştim? Sonra, telaşlı bir serçe sesi duyuyor. Zor da olsa dönüp bakıyor. Gagasını göz gibi kullanıyor, öterken seker gibi yapıyor. Gülümsüyor. Gülümsediğini hissediyor ve serçenin boynunu ustalıkla çevirmesine bir kere daha hayran oluyor. İnsan değil de kuş mu olsaydım, diyor.Onu, yatakta yatanı bilmiyor, tanımıyordum. Gerçekten bir klakson sesi duydu mu, bu da önemli mi? İşte, perdenin bir anlık aralığında istemeden görüverdim onu. O an, birkaç kez gördüğüm ambulans arabası hatırıma geliverdi. Onun için miydi? Kriz dönemlerinde ambulans çare mi oluyordu ona. Ben ki ambulanslara dayanamam. Yürüyen, ne yürümesi hızla koşan mini bir ölüm hastanesi canlanır gözümde. Hiçbir şeyi olmak istemem o aracın. İzleyeni bile. O karanlık mağaralardan çıkmışçasına etrafı tarayan çiğ ve vahşi ışıklar o müziği yırtıp gelen siren uğultusu. Fakat hayat işte… Şimdi saat kaç?Ağırdan ve gizli bir su sızıntısı gibi teslim alıyor onun bu hali. Büyük sayılabilecek bir salonun en geniş duvarına yaslanmış yatağı. O kısa bakışta bu dikkatimi çekti. Neden böyle yapılmış? Kim bilir? Kimse bilemez! Bilse bile bir gereği var demek ki! İşte o, pek de yaşlı olmayan, hatta orta yaşın tükenmemiş umutlarını taşıyan yüzü ve gümüş kırması ağarmış saçlarıyla mutsuz değil, henüz yapraklarını dökmemiş bir söğüt dalı gibi tutunuyor bakışlarıyla. Bu kadar zamanda nasıl emin olabiliyorum bu bakıştan? Yoksa onu, oraya, o odaya yerleştiren, ambulansı sokağa bir film setine çağırır gibi çağıran ben miyim? Kalkıyorum, ilkin sokağa sonra da onun penceresine bakıyorum. Hayır hayır, daha örtük perdeleri, belli ki uyuyor…İlk gördüğümde yatağı dikkatimi çekmiştiİtiraf edeyim ilk bakışlar hep belirleyicidir ve sonraki yönelimlere kuluçka olur. Onu ilk gördüğümde yatağı dikkatimi çekmiş hatta hayret etmiştim. Bir ahşap bebek yatağının büyütülmüş haline benziyordu. Her yanı ahşap çitlerle çevrilmişti ve bu haliyle özel hazırlanmış bir bahçe duygusu veriyordu. Her şey çocuğun özgürce hareket etmesi için düşünülmüş fakat belli ki düşmesinin de önlemleri alınmıştı. Onun yatağı da öyleydi. Bir farkla, o bir bebek gibi içine değil de tahtına, üstüne uzanmıştı yatağın. Yine de bu görünüş yatağı mobilya olmaktan çıkarıyor, bu ıstırap otağında onu yüceltmeye çalışıyordu.Birazdan hemen aynı saatlerde yine simitçi geçecek, Ahmet Rasim’in yazılarından fırlamışçasına, bu beş harflik kelimeyi uzatabileceği denli uzatacak, neredeyse Türkçenin en uzun kelimesi yapacaktı. Sesin ilkin tavana çarpan yankısı aşama aşama pencereden perdelere yapışacak, sonra da kim bilir hangi saksının körpe sardunyalarını gagalayan kumruların kuyruğuna dolanacaktı. O, bu sesi seviyor ancak yaklaşık bir aydır gece on sularında daha davudi ve hatta daha teatral dağılan bozacının sesinden ürküyor, hatta korkuyordu. O da simitçi gibi bu kez dört harflik kelimeyi uzatarak sesliyor, sokağı tarayarak geçiyor ama sesinin içinde birçok yaşlı ağaç kabuğu gibi kırılamayan hisler taşıyordu. Biraz da maveradan, çok kaynamış kazanların fokurtusundan izler taşıyordu.O yöne bakmamaya çalışıyorumOnu tanımıyordum. Komşu sayılır mıydı? Hayır hayır, şimdilerde aynı apartmanlarda yaşayanlar bile komşu sayılmıyor. Gitsem, kapıyı çalsam ne diyecekti? Belki konuşamıyordu. Boynu, gözlerini, ellerini, ayaklarını değil, dilini de devralmıştı belki. Ya deseydi, benim yerime kışa inat geniş ve doygun yapraklarını dökmemiş bir dut ağacı bulun ve dibine oturun deseydi, ne yapardım. O kuruduğu vakit çivilerin bile içine giremediği dut ağacını işaret etmekle bana ne söylemiş olurdu. Haydi duttan vazgeçtim, benim yerime bir konsere gidin, bir sokak kedisine bir çanak süt verin ve benim adımı söyleyin derse, ne yapardım. Benim adım mı, boş verin….Şimdi, ne vakit pencerenin önüne gelsem, özel bir dikkatle o yöne bakmamaya çalışıyorum. Hatta hiç bakmadım. Sanırım bakmayacağım. Bu sabah perdelerin kapalı oluşundan nasıl korkup ürktüysem, o salonun, o yatağın boş halini görmeye dayanamam. Ama yapabileceğim hatta nicedir yaptığım bir şey var. Çok sıcak ve güzel çocuk oyunları, çocuk hayalleri gibi ikide bir onu, yataktan kaldırıp dışarı çıkıyorum. Serçeler, kumrular dışındaki kuşları sayıyorum. Karabatakları gösteriyor, balıkçıları izledikleri deniz derelerinden söz açıyorum. Koluma giriyor. Yaşıyor muyum diye soruyor gözlerini açmadan? Soruyorsanız evet diyorum. İçeri, daha içeri iç odalara geçiyorum.
↧